Uçak Atatürk Hava Limanı'na indiğinde saat 08.00'i gösteriyordu.Heyecanlıydım.Kalkışlar ve inişler her
zaman heyecan vericidir. Ama, İstanbul'a kavuşturan inişler daha bir başkaydı.
Terminalde bagaj beklerken bir yandan Gebze'ye nasıl gideceğimi düşünüyordum.On beş dakika
sonra valizim geldiğinde ben de kararımı vermiştim.
Duraktan bir taksiye binerek sürücüye beni Yeşilyurt tren istasyonuna götürmesini rica ettim,yola çıktık.
Ben,Zeytinburnu' nda doğmuşum, orada büyüdüm. 8-9 yaşlarımda iken sıcak yaz günlerinde, mahalleden
beş altı çocuk toplanıp denize girmek için Yeşilyurt'a giderdik. Sahildeki büyük kayaların arkasına soyunur,
nöbetleşe elbise beklerdik. Yüzmeyi burada kendi kendimize öğrendik.
Yeşilyurt sahili,1990 yılında toprak kazanmak için dolduruluncaya kadar, otuz kırk metre mesafede
kumsaldı. Bazen 5 - 6 kulaç derinlikten "istiridye" toplardık, üzerine tuz ve limon ilave ederek çiğ çiğ yerdik.
Bazen de "İmece" usulüyle midye çıkarır, yağ tenekesi kapağından mamul ızgara üzerinde pişirirdik.
Midye kuru ateşte önce suyunu bırakır, sonra yavaşça kabuğu açılır. Tam kıvamında piştiği zaman "yumurta
sarısı"na benzettiğim ve çok sevdiğim midye ızgarası...
Taksi sürücüsü hülyamı bozduğunda Yeşilyurt'a gelmiştik. İstasyona giden dar ve nemli tünelin basamak-
larından inerken, otuz yıl önce burada yaşadığım bir kovalamacayı hatırlıyor ve gülümsüyordum.
İstasyona çıkıp bilet aldıktan kısa bir süre sonra tren geldi.Soluk ve yer yer dökülmüş boyaları, kırık camlı
pencereleri, delik deşik edilmiş koltukları, bozulmuş kapılarıyla İstanbul'un değişmeyen tek manzarası
galiba banliyö trenleriydi.
Kendimi bildim bileli gecekonduların yoksul mensuplarını işlerine ve evlerine bıkıp usanmadan taşıyan bu
emektar vagonlar, yıllarca hizmet ettiği bu insanlardan takdir edilmeyi beklerken tecavüz görmüştü.
Bir ömür harcayarak çoluk çocuk büyüttükten sonra ahır ömründe "Huzur evleri"ne terk edilen analar, babalar
geliyor aklıma. Kadir bilmezlik karşısında yüreği burkulmamak mümkün mü? Oysa;baki kalan bu kubbede
hoş bir seda değil midir?
Sirkeci Garı’ndan çıkar çıkmaz iyot kokulu serin bir rüzgar karşılar herkesi. Rüzgarın hiç üşenmeden taşıyıp
getirdiği deniz kokusunu ciğerlerime doldururken uzun bir hasretten sonra kavuşmuş iki sevgili olduğumuzu
düşünüyordum, gözlerimin içi gülüyordu İSTANBUL' a...
Harem'den gelen feribot, iskeleye yanaşmak için manevra yaparken ben biletimi çoktan almıştım.
Feribot deyince aklıma "Suhulet" ile "Sahilbend" geldiler. Baştan başa açık güverteleri, kırk beş buçuk
metre boyunda yandan çarklı gövdeleri,siyah uzun bacalarıyla,birbirinin eşi iki emektar araba vapuru.Onlar,
türlerinin dünyadaki ilk örnekleridirler. Maceralı bir yaşamları olmuş, merak edenler için işte hikayeleri:
Yıl 1870.Şirket-i Hayriye 1850 yılından beri Boğaz'da yolcu vapuru çalıştırmaktadır. Anadolu ve Rumeli yakala-
rından İstanbul halkını ve fazla ağır olmayan yüklerini bu yolcu vapurları taşımaktadırlar.
Ama atların,arabaların,büyükbaş hayvanların karşıdan karşıya geçirilmesinde,hepsinden önemlisi askeri top
arabalarının ve cephanelerin taşınmasında büyük sıkıntılar yaşanmak-taydı.
Boğaz'da öyle bir vapur çalıştırılmalıydı ki güvertesi tamamen açık,iki başı da kapaklı olsun. At arabaları, top
arabaları, katanalar rahatça yüklensin ve tehlikesizce karaya çıkartılsın.
O tarihte Şirket-i Hayriye'nin başında Hüseyin Haki Efendi bulunmaktaydı.
Bu meseleyi çözmek için giriştiği çabalar sonucu yeni bir tip vapurun kabataslak çizimlerini üretti.
Çalışmasını emekli umum müfettiş İskender Efendi'ye gösterdi. Sonra Hasköy Tersanesi'nin baş mimarı
Mehmet Usta ile beraber üzerinde çalıştığı yepyeni vapur tipini geliştirdi. Planları ortaya çıkan vapur günü-
müzde "Araba Vapuru" veya "Feribot" ismi ile bilinen deniz taşıtlarının "Ata"sı olacaktı.
Londra'da mukim Maudslay Sons&Fields şirketine sipariş edilen net 275 tonluk,yandan çarklı,saatte 7 deniz
mili hız yapabilen,tek silindirli buhar makineli tekne 8.000 İngiliz altınına mal olur ve 1872 yılında inşaı
tamamlanır.Açık denize uygun olmayan yapısıyla Londra'dan bütün Akdeniz'i kat ederek İstanbul'a gelen
vapur,şiddetli dalgadan çok fazla etkilenmesi sebebiyle yolda bin bir tehlike atlatır.Kendisine 26 baca numa-
rası verilir,adını da "Suhulet" yani “Kolaylık” takarlar.
İlk seferinde Üsküdar'dan Kabataş'a bir topçu bataryası taşıyan Suhulet'in mucidi Hüseyin Haki Efendi , bu
başarısı için Sultan Aziz tarafından nişan ile ödüllendirilir.
Suhulet'in kısa zamanda gösterdiği yararlılık kardeşi "Sahilbend" in doğumunu da adeta müjdelemiştir.
Bu kez 12.000 İngiliz altını karşılığında,yine aynı tezgahlarda çift makineli bir buharlı teknenin inşaına
başlanır.İki yakayı birleştiren anlamındaki adı ile "Sahilbend", 27 baca numarası alarak göreve başlar.
Ağabeyi Suhulet'in ve kendisinin isim babası olan Namık Kemal' in yüzünü ağartırcasına çalışır.
Suhulet,1911 yılında patlak veren Trablus Savaşı’na katılmak şerefine de nail olduktan sonra 1958 yılında
hizmet dışı bırakılır.1961 yılında sökülerek "jilet" olmak üzere satıldığında tam 86 yaşındaymış.Bunca emeğe
karşı ne hazin bir son.Hazin diyorum çünkü ben olsaydım onun aziz hatırasını ölümsüz bir müzeye dönüştürür,
sökülmesine izin vermezdim.
Sahilbend ise ağabeyinden daha şanslı. Araştırmacı Eser Tutel,1996 yılı gemi kayıtlarından onun hala
hizmette olduğu müjdesini veriyor. Sahilbend'e de bu yakışırdı zaten. Dünyanın ilk feribotlarının hikayesi böyle...
Sirkeci'den hareket ettiğimizde, biraz önce beni karşılayan serin rüzgar daha da serinleşmiş olarak saçlarımla
oynuyor,hafif dokunuşlarla ruhumu okşuyordu.BOĞAZ...Rüzgardan kısılmış gözlerimin bu muhteşem güzellik
karşısında kamaşmaması mümkün mü?
Gök ve Deniz.Hele İstanbul'da Gök ve Deniz.İhtişamı hissedebiliyor musunuz?
Ey güzel İstanbul!Benim sevgili yarim.
Güzelliğin aksetmiş Boğaz'ın sularına.
Benim her şeyim sensin. Seninle bahtiyarım.
Duyuyorum ruhuma sevdanın indiğini.
Ah güzel İstanbul,Ey şirin İstanbul,
Sen benim canımsın...
Harem'e yaklaşıyoruz.Biraz sonra beni karşılamaya gelen arkadaşımla buluşacağım. Tekrar görüşünceye
kadar son kez dönüp bakıyorum Boğaz’a. Aklımı, sevdalarımı, hatıralarımı derin mavi sularına emanet ederek...
Gebze; 23 Temmuz 1998
Şaman TÜRKSOY
zaman heyecan vericidir. Ama, İstanbul'a kavuşturan inişler daha bir başkaydı.
Terminalde bagaj beklerken bir yandan Gebze'ye nasıl gideceğimi düşünüyordum.On beş dakika
sonra valizim geldiğinde ben de kararımı vermiştim.
Duraktan bir taksiye binerek sürücüye beni Yeşilyurt tren istasyonuna götürmesini rica ettim,yola çıktık.
Ben,Zeytinburnu' nda doğmuşum, orada büyüdüm. 8-9 yaşlarımda iken sıcak yaz günlerinde, mahalleden
beş altı çocuk toplanıp denize girmek için Yeşilyurt'a giderdik. Sahildeki büyük kayaların arkasına soyunur,
nöbetleşe elbise beklerdik. Yüzmeyi burada kendi kendimize öğrendik.
Yeşilyurt sahili,1990 yılında toprak kazanmak için dolduruluncaya kadar, otuz kırk metre mesafede
kumsaldı. Bazen 5 - 6 kulaç derinlikten "istiridye" toplardık, üzerine tuz ve limon ilave ederek çiğ çiğ yerdik.
Bazen de "İmece" usulüyle midye çıkarır, yağ tenekesi kapağından mamul ızgara üzerinde pişirirdik.
Midye kuru ateşte önce suyunu bırakır, sonra yavaşça kabuğu açılır. Tam kıvamında piştiği zaman "yumurta
sarısı"na benzettiğim ve çok sevdiğim midye ızgarası...
Taksi sürücüsü hülyamı bozduğunda Yeşilyurt'a gelmiştik. İstasyona giden dar ve nemli tünelin basamak-
larından inerken, otuz yıl önce burada yaşadığım bir kovalamacayı hatırlıyor ve gülümsüyordum.
İstasyona çıkıp bilet aldıktan kısa bir süre sonra tren geldi.Soluk ve yer yer dökülmüş boyaları, kırık camlı
pencereleri, delik deşik edilmiş koltukları, bozulmuş kapılarıyla İstanbul'un değişmeyen tek manzarası
galiba banliyö trenleriydi.
Kendimi bildim bileli gecekonduların yoksul mensuplarını işlerine ve evlerine bıkıp usanmadan taşıyan bu
emektar vagonlar, yıllarca hizmet ettiği bu insanlardan takdir edilmeyi beklerken tecavüz görmüştü.
Bir ömür harcayarak çoluk çocuk büyüttükten sonra ahır ömründe "Huzur evleri"ne terk edilen analar, babalar
geliyor aklıma. Kadir bilmezlik karşısında yüreği burkulmamak mümkün mü? Oysa;baki kalan bu kubbede
hoş bir seda değil midir?
Sirkeci Garı’ndan çıkar çıkmaz iyot kokulu serin bir rüzgar karşılar herkesi. Rüzgarın hiç üşenmeden taşıyıp
getirdiği deniz kokusunu ciğerlerime doldururken uzun bir hasretten sonra kavuşmuş iki sevgili olduğumuzu
düşünüyordum, gözlerimin içi gülüyordu İSTANBUL' a...
Harem'den gelen feribot, iskeleye yanaşmak için manevra yaparken ben biletimi çoktan almıştım.
Feribot deyince aklıma "Suhulet" ile "Sahilbend" geldiler. Baştan başa açık güverteleri, kırk beş buçuk
metre boyunda yandan çarklı gövdeleri,siyah uzun bacalarıyla,birbirinin eşi iki emektar araba vapuru.Onlar,
türlerinin dünyadaki ilk örnekleridirler. Maceralı bir yaşamları olmuş, merak edenler için işte hikayeleri:
Yıl 1870.Şirket-i Hayriye 1850 yılından beri Boğaz'da yolcu vapuru çalıştırmaktadır. Anadolu ve Rumeli yakala-
rından İstanbul halkını ve fazla ağır olmayan yüklerini bu yolcu vapurları taşımaktadırlar.
Ama atların,arabaların,büyükbaş hayvanların karşıdan karşıya geçirilmesinde,hepsinden önemlisi askeri top
arabalarının ve cephanelerin taşınmasında büyük sıkıntılar yaşanmak-taydı.
Boğaz'da öyle bir vapur çalıştırılmalıydı ki güvertesi tamamen açık,iki başı da kapaklı olsun. At arabaları, top
arabaları, katanalar rahatça yüklensin ve tehlikesizce karaya çıkartılsın.
O tarihte Şirket-i Hayriye'nin başında Hüseyin Haki Efendi bulunmaktaydı.
Bu meseleyi çözmek için giriştiği çabalar sonucu yeni bir tip vapurun kabataslak çizimlerini üretti.
Çalışmasını emekli umum müfettiş İskender Efendi'ye gösterdi. Sonra Hasköy Tersanesi'nin baş mimarı
Mehmet Usta ile beraber üzerinde çalıştığı yepyeni vapur tipini geliştirdi. Planları ortaya çıkan vapur günü-
müzde "Araba Vapuru" veya "Feribot" ismi ile bilinen deniz taşıtlarının "Ata"sı olacaktı.
Londra'da mukim Maudslay Sons&Fields şirketine sipariş edilen net 275 tonluk,yandan çarklı,saatte 7 deniz
mili hız yapabilen,tek silindirli buhar makineli tekne 8.000 İngiliz altınına mal olur ve 1872 yılında inşaı
tamamlanır.Açık denize uygun olmayan yapısıyla Londra'dan bütün Akdeniz'i kat ederek İstanbul'a gelen
vapur,şiddetli dalgadan çok fazla etkilenmesi sebebiyle yolda bin bir tehlike atlatır.Kendisine 26 baca numa-
rası verilir,adını da "Suhulet" yani “Kolaylık” takarlar.
İlk seferinde Üsküdar'dan Kabataş'a bir topçu bataryası taşıyan Suhulet'in mucidi Hüseyin Haki Efendi , bu
başarısı için Sultan Aziz tarafından nişan ile ödüllendirilir.
Suhulet'in kısa zamanda gösterdiği yararlılık kardeşi "Sahilbend" in doğumunu da adeta müjdelemiştir.
Bu kez 12.000 İngiliz altını karşılığında,yine aynı tezgahlarda çift makineli bir buharlı teknenin inşaına
başlanır.İki yakayı birleştiren anlamındaki adı ile "Sahilbend", 27 baca numarası alarak göreve başlar.
Ağabeyi Suhulet'in ve kendisinin isim babası olan Namık Kemal' in yüzünü ağartırcasına çalışır.
Suhulet,1911 yılında patlak veren Trablus Savaşı’na katılmak şerefine de nail olduktan sonra 1958 yılında
hizmet dışı bırakılır.1961 yılında sökülerek "jilet" olmak üzere satıldığında tam 86 yaşındaymış.Bunca emeğe
karşı ne hazin bir son.Hazin diyorum çünkü ben olsaydım onun aziz hatırasını ölümsüz bir müzeye dönüştürür,
sökülmesine izin vermezdim.
Sahilbend ise ağabeyinden daha şanslı. Araştırmacı Eser Tutel,1996 yılı gemi kayıtlarından onun hala
hizmette olduğu müjdesini veriyor. Sahilbend'e de bu yakışırdı zaten. Dünyanın ilk feribotlarının hikayesi böyle...
Sirkeci'den hareket ettiğimizde, biraz önce beni karşılayan serin rüzgar daha da serinleşmiş olarak saçlarımla
oynuyor,hafif dokunuşlarla ruhumu okşuyordu.BOĞAZ...Rüzgardan kısılmış gözlerimin bu muhteşem güzellik
karşısında kamaşmaması mümkün mü?
Gök ve Deniz.Hele İstanbul'da Gök ve Deniz.İhtişamı hissedebiliyor musunuz?
Ey güzel İstanbul!Benim sevgili yarim.
Güzelliğin aksetmiş Boğaz'ın sularına.
Benim her şeyim sensin. Seninle bahtiyarım.
Duyuyorum ruhuma sevdanın indiğini.
Ah güzel İstanbul,Ey şirin İstanbul,
Sen benim canımsın...
Harem'e yaklaşıyoruz.Biraz sonra beni karşılamaya gelen arkadaşımla buluşacağım. Tekrar görüşünceye
kadar son kez dönüp bakıyorum Boğaz’a. Aklımı, sevdalarımı, hatıralarımı derin mavi sularına emanet ederek...
Gebze; 23 Temmuz 1998
Şaman TÜRKSOY
Yorum