"...Divanyolu’nda ; Karababa Sokağı’nın başında, Diyarbakır Kıraathanesi adlı bir kıraathane vardı.
Diyarbakırlı Ali Emirî Efendi buranın birinci müşterilerindendi.
Her gün akşamdan sonra gelir, gece yarısına kadar oturur, dostlarıyla görüşür, konuşur; sonra
kalkar, Parmakkapı’daki hanesine giderdi.
Malî 1333 senesi idi. Bir gece yine bu kıraathaneye teşrif buyurdu. Biraz tarihten, edebiyattan
bahsedildikten sonra:
-Beyler, efendiler! Bu gece size bir şey soracağım! dedi.
-Buyurun, dedik.
Sordu:
-Divanü Lügati’t-Türk isminde bir kitap gördünüz mü, ya da işittiniz mi?
İlk cevabı ben verdim:
-Kitabın kendisini görmedim, fakat Kâtip Çelebi bunu görmüş ve Keşfü’z-Zunun’a yazmıştır, dedim.
Sonra Arif Bey ve arkadaşları Arapça tarihlerin birisinde bunun adını gördük, dediler. Bunun
üzerine Emirî Efendi, Fuzulî’nin şu mısraını okudu:“Eyledim tahkik, görmüş kimse yok cânânımı.”
Söz sırası bize geldi. Bir ağızdan heyecanla sorduk:
-Siz gördünüz mü?
Sualimiz hoşuna gitti, kendine mahsus olan tarzda gevrek gevrek güle güle katıldı:
-Ne söylüyorsunuz? İnayet-i Bârî ile bugün o kitaba malik oldum, dedi.
Cümlemiz tebrik ederek nasıl elde ettiğini, kimden aldığını sorduk.
-Âdetim veçhile haftada iki üç kere Sahaflar Çarşısı’na uğrar, yeni bir şey var mı diye
kitapçılara sorarım, dün de uğradım. Kitapçı Burhan Bey’in dükkânında oturdum. “Bir şey var mı?” dedim.
Kitapçı:
-Bir kitap var, ama sahibi otuz lira istiyor. Bu kitap bana geleli bir hafta oldu. Ben, bunu yüksek bir
fiyatla alır diye Maarif Nâzırı Emrullah Efendi’ye götürdüm. O da ilmiye encümenine havale etti.
Encümen tetkik için bir hafta müsaade istedi, ben de kabul ettim.
Bir hafta sonra uğradım. On lira teklif ettiler. Ben de: “...Kitap benim değildir, başkasınındır.
Otuz liradan bir para aşağıya vermiyor” dedim.
Cevaben; “Biz otuz liraya bir kütüphane satın alırız. Al kitabını, istemiyoruz!” diye kitabı iade ettiler.
Kitap sahibiyle tayin ettiğimiz müddet yarın bitecektir. Yarın kitabı vermeye mecburum.
Bakınız eğer işinize gelirse siz alınız! dedi. Kitabı elime alınca bayıldım. Otuz lira değil, otuz bin lira değeri var.
Dünyada eşi menendi görülmemiş, bir Türk kâmusu ve grameri. Fakat kitapçıyı şımartmamak, fiyatı artırmaya
bırakmamak için nazlı davrandım: “Dağınık bir eser: Acaba tamam mı, değil mi? Hem de müellifi Kâşgarlı bir
adam imiş, kimdir, necidir? Belli değil. Sarı çizmeli Mehmet Ağa... Maamafih ne de olsa bir eserdir. Maarif on
lira teklif etmiş ise, ben de on beş lira veririm” dedim. Kitapçı:
- Hayır, arz ettiğim gibi kitap benim değildir. Benim olsaydı verirdim. Fakat sahibi mutlak otuz lira istiyor.
Almayacak olursanız sahibine iade ederim, dedi.
Sordum:
- Sahibi kimdir?
Cevaben dedi ki:
- Yaşlıca bir hanımdır, eski Maliye Nâzırı Nazif Bey’in mensubatından... Paşa, bu kitabı ona verirken:
“Bak, sana bir kitap veriyorum. İyi sakla! Sıkıldığın zaman kitapçılara götür. Altın para otuz lira eder, aşağıya verme!” demiş.
İşte bu otuz lira kadının kulağında küpe olmuş... Yoksa kendisi acûze bir kadındır. Alacak isen, bir kadına iyilik etmiş olursun,
dedi. Bunun üzerine:
- Evet, şimdi işin şekli değişti: Bir kadına muavenet (yardım) bir vazifedir. Peki, kabul ettim, dedim ve kitabı aldım. Fakat o
dakikada şöyle düşündüm: Yanımda ancak on beş lira var, eve gidecek olsam kitap dükkânda kalacak, mümkün ki, başka birisi
gelir, kitapçı tamahkârlık ederek ona da gösterir, o da alır. Paranın üstünü yarına bırakayım desem, olmaz.
Başladım içimden Allah’a yalvarmağa: “Allah’ım, bir dost gönder, bana yardım etsin. Beni kitaptan ayırma!”
İki dakika sonra baktım ki, dostlarımdan eski Darülfünun’un Edebiyat Muallimi Faik Reşat Bey oradan geçiyor.
Hemen çağırdım. Gizlice: “Varsa aman bana yirmi lira ver” dedim. Çantasını açtı, on lira varmış, onu verdi.
-Üst tarafını da şimdi acele eve gider getiririm, dedi. Ben de kitapçının dükkânında kısmen huzuru kalple oturdum.
Birkaç dakika sonra Reşat Bey geldi, parayı getirdi. Otuz lirayı Burhan Bey’e verdim.
Burhan Bey - “Pekâlâ, ya benim bahşişim yok mu?” dedi.
Üç lira da ona verdim, vedalaştım. Dükkândan kalktım, Reşat Bey’le konuşa konuşa çarşıdan çıktık. Fakat arkamıza baktım:
“Acaba Burhan Bey pişman olup da arkamızdan koşmasın” diye korku içindeydim. Neyse, baktım ki gelen yok: “Oh, elhamdülillâh!”
dedim.
Kitabı aldım, eve geldim, yemeyi içmeyi unuttum. Birkaç saat mütalaa ile uğraştım. Arkadaşlar, size arz ediyorum: Bu, kitap değil,
Türkistan ülkesidir. Türkistan değil, bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap sayesinde başka revnak (parlaklık) kazanacak. Arap
dilinde Sîbeveyh’in kitabı ne ise bu da Türk dilinde onun kardeşidir. Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitap yazılmamıştır.
Bu kitaba hakiki kıymet verilmek lazım gelse cihanın hazineleri kâfi gelmez.
Bu kitap ile Hz. Yusuf arasında bir müşabehet (benzerlik) var. Yusuf’u kardeşleri birkaç akçeye sattılar. Fakat sonra Mısır’da
ağırlığınca cevahire satıldı. Bu kitabı da Burhan bana 33 liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığında elmaslara,
zümrütlere veremem..."
* * *
Tarihin kaydettiği Türk soylu ilk Türkolog/Dilbilimci Kaşgarlı Mahmut’tur. Kültür milliyetçiliğin bu unutulmaz ismi, Türk Dünyası
için hazine değeri taşıyan Dîvânü Lügâti’t-Türk adlı eserin yazarıdır.
XI. Yüzyılın başında üç yıl emek verilerek (1074) yılında bitirilen bu eşsiz yapıt, tarihin karanlık dehlizlerinde sekiz yüz sene
yolculuk ettikten sonra, 1910 yılında, İstanbul’da, Ali Emîrî tarafından bir rastlantı sonucu ele geçirilerek yitip gitmekten
kurtarılmış, Türk Kültür Mirası arasına nadide bir parça olarak kazandırılmıştır.
Yukarıda okuduğunuz metin, Kilisli Muallim Rıfat’ın anlattığı Dîvânü Lügâti’t-Türk' ün bulunuş öyküsüdür.
Sağlıcakla kalınız…
22.09.2012
Şaman TÜRKSOY
Yorum