Eski Boğaziçi’nin yalıları güya hendesi bir hesap neticesi değil de bir kalbin temayülleri, bir hevesin alakaları, bir vücudun hastalıkları, bir ömrün tesadüfleri ve bir nasibin tecellileriyle hasıl olmuş hissini veren; büyümüş, ihtiyarlamış, pörsümüş solmuş, rengi uçmuş, kısmen göçmüş ,kadit olmuş, su ile şişmiş ,bir yanına yatmış veya ilk gençliğin enkazı üstüne yeniden boyanmış, taranmış, süslenmiş halleriyle; hikaye eden, şiir okuyan; genç, orta yaşlı veya ihtiyar; resmi veya laubali; efendi, bey veya paşa; mahalle kadını veya hanımefendi; tanışık, akraba veya yabancı ;hep canlı mahluklar gibi görünürler, hep bir ruh , bir hüviyet ve bir hayat ifade ederlerdi. Yalıların, tabiata aykırı büyümüş, devleri hatırlatan pek büyükleri, gözleri bir intizam hissiyle tatmin eden ortancaları ve oyuncaklarla çocukları hatırlatan küçücükleri vardı. Bütün bu yalılar eski Boğaziçi hatıralarını sayıklarlar; içlerinden çok ihtiyarlamış bazıları sanki masal veya ninni söylerler; bazıları da geçmiş bütün bir ömrün destanını anlatır gibi mahzun görünürlerdi. Yalıların çoğu eski zaman terbiyesi almış, başlarında mahalli, şarklı veya bize meçhul bir ilim yaşıyan, gönüllerinde bize eski gelen bir alem taşıyan ve ömürleri hülyalarına uymamış olan ihtiyar hanımlara benzerlerdi. Kimlere benzediklerini etrafımda kolayca teşhis ederdim. Yalıların denize girmiş ,direkler üzerinde sulara konmuş olanları vardı. Ne hülyalarını, ne rüyalarını hala bitirmemiş olanlar vardı. Bazı yalılar suların kenarında, geçecek hülyaları avlamak için kurulmuş dalyanlara benzerler; bazı yalılar, yelkenleri rüzgarla dolmuş, hayal iklimlerine hareket edecek gemilere benzerlerdi. Neye benzerlerse benzesinler ,bütün bu yalılar eski Boğaziçi zamanlarının mahsulleri, hepsi de birer Boğaziçi mahluku idiler. Uzaktan ve dış görünüşlerinden bunların hepsini tanır, hele kaçının ta vüdutlarındaki gizli delik deşiklere, ruhlarının içlerine kadar nasıl mahrem bilirdim. Ailemin en yaşlı azasının Kanlıca burnundaki ihtiyar yalısı, hasır döşeli geniş sofaları, küçük birer evi kaplayacak avizeleri, hülyaların doldurduğu havuzlu odasıyla, eski bir devrin saltanatından bir parça taşıyan ve karaya oturmuş olan kocaman bir eski zaman gemisi gibiydi. Parmaklıklı rıhtımı denize dökülen bir bahçesi vardı ki sular bunu dilim dilim yiyordu. Boğaziçliler , nesilden nesile yalılarda yaşaya yaşaya , o kadar çok hususiyetle ünsiyet peyda etmişlerdi ki bu yalıların tadlarının ve Boğaziçi güzelliklerinin tiryakileri olmuşlardı. Bu yalıların önlerinden kayıkla geçilirken, Binbir Gece Masalları saraylarına benzerlerdi. Bu yalılar, eski zaman kadınlarının adeta feracelerinin renklerine, çiçek ve reçel renklerine, gül, çilek renklerine, yavruağzı, kavuniçi, karanfil kırmızısı gibi tatlı renklere bürünürlerdi. Ve hepsi de mahrem bir hayatın mahfazası olurlardı. Bu yalılar , bu sularla öyle hemhal olurlardı ki nasıl bir ud görünce o daha sükut ederken bile biz biraz musiki duyar gibi olursak, bu yalıları görünce de biraz Boğaziçi sabahı ,Boğaz akşamı, gecesi, mehtabı, rüyası ve hülyası duyardık. Onlar öyle şahsiyet sahibi, bir musiki değilse de bir Boğaziçi aleti olmuşlardı. |
||||
Abdülhak Şinasi Hisar
Varlık Yayın Evi / İstanbul Aralık 1954